Uçağa binmeden önce okuyun

Aşağıdaki yazı Amerika’da yaşarken severek takip ettiğim Parenting dergisinin Mayıs sayısından.

İlk okuduğumda benim çocuklarla tek başıma yaptığım geçen ayki uçak yolculuğum aklıma geldi. Önce ürperdim, sonra “daha beterleri de varmış” diye geçirdim içimden.

Tam da tatil sezonuna uygun bir yazı. Anneler – çocuklarla yola dökülmeden okuyun. Ve ümidinizi -daha da önemlisi gururunuzu!- kaybetmeyin 🙂

Bir sonbahar akşamı, kocam hafta sonu sürecek bir iş seyahati için hazırlanırken ben de mutfakta oturmuş, üç çocuğumuzun tekerlek makarnaları parmaklarına geçirmelerini seyrediyordum. Mutluydum. Her nasılsa, yapacak hiçbir şeyimin olmadığı tuhaf anlardan biriydi. O an cep telefonumu elime aldığımda bir mesaj gördüm.

“Amy, yurt dışına çıkmam lazım” diyordu İngiliz bakıcımız Jenny. “Annem hasta. Ne kadar sürecek bilmiyorum. Sana ne diyebileceğimi de bilmiyorum.”

Telefonu masaya koydum ve çocuklarıma baktım: 5 yaşındaki Connor, 4 yaşındaki Seamus ve henüz bir yaşını doldurmamış olan Maggie. Tabii ki Jenny için endişeleniyordum. Ama önümüzdeki haftayı nasıl atlatacağım konusunda daha endişeliydim. David’in iş gezisi, Jenny’nin beklenmedik gidişi ve okulun o hafta tatil olacak olması çocuklarımla 6 gün boyunca yalnız kalacağım anlamına geliyordu.

Panik oldum. Bir yandan da panik olmamın ne kadar zavallıca olduğunu düşündüm. Babamın yoğun iş temposu sırasında annem altı çocuğuna tek başına bakmıştı. Büyükannem gıkını bile çıkarmadan sekizini birden büyütmüştü. Ben de üç çocuğumla bir hafta boyunca başa çıkabilirdim, değil mi?

Ertesi sabah David havaalanına doğru yola çıktığında çocukları karşıma çekip ortada üç çocuğa rağmen tek bir anne olduğunu, dolayısıyla herkesin doğru dürüst davranmak zorunda olduğunu anlattım. Beni şaşırtacak kadar iyilerdi gerçekten. Önümüzdeki beş gün boyunca üçü de birbirinden usluydu. Ama bence en iyi olan bendim. Kendime bir annelik maratonunda olduğumu hatırlatarak bir kere bile kontrolü kaybetmedim. Çocukların üçü birden aynı anda ağlarken derin derin nefes aldım. Connor, yatma saati çoktan geçmiş olmasına rağmen 15 dakika boyunca “yorgun olmadığını” hıçkıra hıçkıra anlatmaya çalışırken ipleri elden bırakmadım. Seamus, ellerini turuncu kakasına sıvayıp adeta gözenek sıkılaştırıcı bir maske uyguladığında da sakinliğimi korudum.  Sabahın köründe Maggie ardımdan banyoya girip ben duştayken makyaj çantamı boşalttığında bile kendimi dağıtmadım. Yönetim kabiliyetim gerçekten takdire şayandı. Ben de bu performansımı tüm annelik hakemlerini etkileyecek bir hareketle tamamlamak adına New York’tan Florida’ya, üç çocukla tek başıma üç buçuk saatlik bir uçak yolculuğu yapmaya karar verdim.

Kabul ediyorum, bu seyahati yapmaya aslında zorunluydum. O hafta sonu David’i iş seyahati sırasında ziyaret etmeyi çok önceden planlamıştık. Jenny mesajlarıma cevap vermiyordu. Çocuklarla daha önce de tek başıma uçmuş ve gördüğümüz ilgiden çok etkilenmiştim. “Tatlım, sen hayatımda gördüğüm en iyi annesin!” demişti bir havaalanı görevlisi bana son derece sıcak bir ses tonuyla…

Babalar bu konuda sürekli pohpohlanıyorlar. David, ben tuvalete gittiğimde birden fazla çocukla üç dakikalığına ilgileniyor olsun, insanlar ona ne kadar iyi bir baba olduğunu söylemek için sıraya diziliyorlar. Anneler hiçbir zaman böyle iltifatla karşılaşmıyorlar. Bu, bizim işimizmiş gibi düşünülüyor. Ama üç çocukla yalnız başına uçmak? İşte bu sizi sahnenin yıldızı yapıyor. Heyecanla bekliyordum.

Ertesi sabah saat 7.15’te çocukları araba koltuklarına oturttuğum sırada yanıma aldığım el valizlerinde şunlar vardı:

–    Maggie için altı tane bebek bezi ve bir yedek kıyafet
–    Bir DVD çalar, ekstra pil, ve üç adet kulaklık
–    Baş döndürücü miktarda sandviç ve atıştırmalık
–    Çocukların hepsi için battaniye ve sweatshirt
–    Kilitli torbalar (onlarsız hiçbir yere gitmem) ve benim gizli karışımım: doğum günü partilerinde ve fast-food restoranlarında verilen bedava hediyelerden oluşturduğum bir hazine

Güvenlikten geçip çıkış kapısına doğru Maggie sling’de oturur, oğlanlar yanımda sakin sakin yürür vaziyette ilerlerken insanların bana takdir dolu bakışlarını fark ettim ve Vay be! Ben bu işte gerçekten iyiyim! diye düşündüm. Maggie öğle uykusunu uyumadığı için biraz huysuzdu, o kadar…

Uçağa yerleştiğimiz sırada 4A, 4B ve 4C koltuklarının yakınlarındaki yolcuların yüzlerindeki paniği fark ettim. Bu insanlar beni tanımıyorlar diye geçirdim içimden. İndiğimiz zaman çocuklarımı ne kadar iyi yetiştirdiğim konusunda beni tebrik edecekler. DVD çalarlarını açtığım anda Connor ve Seamus’un gıkı bile çıkmayacaktı. Üç saat boyunca TV seyretmeye sadece ne tür meyve suyu içmek istediklerini söylemek için ara vereceklerdi. Yapmam gereken tek şey Maggie’yi uyutmaktı. Böylece ben de beni bekleyen US Weekly dergimi okuyabilecektim.

Maggie’nin uykusu bir saat gecikmişti. Kalkış sırasında sürekli ağladı ve biberonunu almayı reddetti. Kemer ışıkları söndüğünde Maggie huzursuzlanmaya devam ediyordu, ben de onu slinge koyup koridorda yürümeye başladım. Yukarı aşağı hoplattım, ki bu genelde çok hoşuna giderdi. Ama her nedense ağlamaya devam etti, ve sonunda ikimizi de baştan aşağı sırılsıklam edecek bir şekilde kustu.

Karşımda, koltuklarında oturan iki hostes şaşkınlıktan çeneleri düşmüş bir şekilde bize bakıyorlardı. “Aman Tanrım!” dedi biri. Sanki böyle bir şeyi bekliyormuşumcasına uçağın küçücük tuvaletine girdim, aynada kendime baktım ve şöyle dedim: Sakin ol.

Her ikimizi de elimden geldiği kadar temizledim ve sıramıza geri dönerek Maggie’nin yedek kıyafetini ve yedek slingi çıkardım. Maggie’nin üzerini değiştirerek kusmuk kokulu kıyafetleri kilitli poşetlerden birinin içine koydum. Kendi kazağımı da ters yüz ederek kusmuk lekelerini gizleme çalıştım. Oğlanlar, her ne kadar üzerlerinden tırmandıysam da, neler olup bittiğini görmek için başlarını bile kaldırmadılar.

Tanrım, bunun da altından kalktım
diye düşündüm. Hiç de zor olmadı. Yılın Annesi kesinlikle benim! Tam o sırada Maggie yine kustu.

Şimdi dikkat çekmeye başlamıştık işte… 3A’daki kadın arkasını dönüp koltukların arasındaki boşluktan bana baktı. Bu kadın neden bebeğinin tam da arkamda kusmasına fırsat veriyor? diye düşündüğü belliydi. Koltuğun üzerindeki bölmeye koysa ya! Terli ve solgun bir haldeki Maggie de neden bir şeyler yapmadığımı merak ediyor gibiydi. Birini çağırmak için düğmeye basmamla birlikte bir hostes eşarbıyla burnunu kapatarak geldi.

“Ben, ııı, biraz kağıt havlu alabilir miyim?” diye sordum. Bana öylece baktı.

“Aslında kendim alırdım ama kucağımda bir kusmuk birikintisi var.”

Geri geldi, kucağıma tek katlı bir sürü gri peçete bıraktı, koridorda oda kokusu sıkarak şöyle bir yürüdü ve geldiği gibi dönüp gitti.

Şimdi, bunun DÖRT KERE DAHA gerçekleştiğini düşünün.

Hostesler sıfır yardım ettiler. Kendi dezenfektanımı, kovamı ve yer bezimi getirmediğim için bana gıcık oldukları belliydi. Neyse ki uçakta iki tane melek de vardı. Koridorun öbür tarafında, yanında biri Jenny’ye ait olan iki boş koltuk olan bayan, Connor ve Seamus’ı yanına çağırmakla kalmadı, kendilerinden geçmiş bir şekilde TV seyrediyorlarken kulaklıklarını ayarlamalarına bile yardımcı oldu. (Çocukların ikisi de adeta komadaymışçasına dalmışlardı, ama Connor bir kere başını kaldırıp “bu koku ne?” diye sordu.) Bir de Maggie’nin ıstırabını elindeki bozuklukları şıngırdatarak dindirmeye çalışan hemen arkamızdaki adam vardı. Ama Maggie hiç oralı olmadı. (Maggie’nin dışkı yoluyla bulaşan rotaya yakalandığını anlamam iki günümü aldı. Anlaşılan Seamus’un uyguladığı parafin maskesi işe yaramıştı!)

Florida’ya nihayet iniş yaptığımızda uçağın içindeki herkes önce bizim inmemizi bekledi. Bu bekleyiş nezaketten çok kendilerini güvenceye almak içindi tabii. Biz yürüdükçe hostesler gözlerini devirerek, elleriyle burunlarını kapatarak başlarını bizden aksi yöne çeviriyorlardı. Maggie inişimizi kutlamak için giriş kapısının orada bir kez daha kustu. Bu noktada ben tüm temizleme girişimlerimi durdurmuştum: Her ikimizin de t-shirtünde, saçında ve pantolonunda kusmuk vardı. Ben ve çocuklar otobüsün bir ucunda, geri kalan 65 yolcu diğer ucunda bagajlarımızı almak üzere terminale giderken kimse annelik becerilerimi övmüyordu. Kimse benimle göz temasında bile bulunmamıştı. Carrie filmindeki Sissy Spacek misali, dokunulmaz, her tarafım pıhtıyla kaplı bir şekildeydim.

Belki de aşağılanmayı hak etmiştim. Hangi anne hasta çocuğuyla uçmaya kalkışır ki? Neden yanımda bir yerine sekiz tane yedek kıyafet getirmemiştim? Kendi küçük kibirli dünyamda, başıma gelebilecek her olayı göğüsleyebileceğimi sanıyordum, ama işte yine de hazırlıksız yakalanmıştım. Birden fark ettim: Annelik böyleydi. Üst üste, tamamen hazırlıksız olduğum şeyleri bana fırlatacaktı. Önemli olan kapıdan nasıl çıktığımdı.

Terminale vardığında otobüsten inerken başım dikti. Yenik bir anne değildim. Kahramanca çarpışan, ebeveyn olmayan hiç kimsenin gitmeye cesaret bile edemeyeceği yerlere giden bir anneydim. Bagajları alırken bana yönelen bakışlara rağmen, Önemli olan, diye düşündüm, Ayaktayım.


Amy Wilson, When Did I Get Like This? The Screamer, The Worrier, The Dinaosaur-Chicken-Nugget-Buyer & Other Mothers I Swore I’d Never Be adlı kitabın yazarı

Paylaşın:

Add to FacebookAdd to DiggAdd to Del.icio.usAdd to StumbleuponAdd to RedditAdd to BlinklistAdd to TwitterAdd to TechnoratiAdd to Yahoo BuzzAdd to Newsvine

4 Yanıt

  1. :))

    Tatil döneminde, başucu yazısı!

    Ben bir de Amy Wilson’ın kitabının adına bittim!

    Paylaştığın için teşekkürler, sevgiler!

    Başak

  2. wauwwww diyebiliyorum sadece. Helal olsun gerçekten 🙂 Ben orda olsaydım o anneyi alnından öperdim…

  3. cok guzel bir hikaye ve takdir edilesi bir anne! donup donup okumak lazım.. paylasım icin tesekkurler Elif!

  4. Alkışlanası bir durum gerçekten. Ben olsam sinir krizi felan geçirirdim herhalde. Birgün tern yolculuğum sırasında kendi başıma aynı durum gelmişti. Şiddetli üşütmüşüm haberim yok. Allahtan 1 saatlik bir mesafeydi. Ama o iğrenç kokan tren tuvaletinin içinde tamamladım 1 saati. Allah kimsenin başına vermesin feci bişey..

damla ozcan için bir cevap yazın Cevabı iptal et